Ödüllü Yazarla Kitapların Işığında Özel Bir Söyleşi (2)
Sizinle söyleşi yapmadan önce farklı zamanlarda sizinle yapılmış söyleşileri de okudum. Bugün de onlarda gördüğüm bir şeyi fark ettim. Az önceki soruya cevabınızda da vardı; “yazan bir insan için…” Kendinizden bahsederken sanki bilinçli olarak yazar demiyor, yazan bir insan diyor gibisiniz, yanılıyor muyum?
Güzel tespit Bilge Hanım, yanılmıyorsunuz. Elbette literatürde yaptığım işin adı yazarlık, pasaportumda da böyle yazıyor ama şunu göz ardı edemem. Biraz önce birçok yazarın adını andım bir sorunuza yanıt verirken. Şimdi o insanlara, mesela Tolstoy’a, Orhan Kemal’e, Kafka’ya bir platformda yazar denirken bana “yazan” denmesi daha evla gibi geliyor bana. Bugün yayımlanmış 7 kitabım var fakat 77 kitabım da olsa ben aynı şeyi düşüneceğim, çünkü o isimler benim için hep büyük yazarlar, adı edebiyat olan bir okyanusta yolumu aydınlatan büyük kültür fenerleri olarak var olacaklar ve ben onların yanında hep yazan bir insan olarak kalacağım, bundan da mutluyum.
Benim için okuduğum kitaplarda karakterler, içerikler ve olay örgüleri kadar zaman ve mekân kavramı da çok önemlidir. Mesela, Yaşar Kemal’i öyle severim ki sırf onun kitaplarının varlığı bile beni Adana’ya yolculuk yapmaya koşulladı. Bazen izlediğimiz bir filmle bazen bir kitapla bilmediğimiz şehirlerin peşine düşeriz, belki sırf bir yazar belki bir kitabın duygusu için şehirler bizi çağırır. Sizi Fransa çağırdı mı? Merak ediyorum neden Fransa?
Sorunuz edebiyatın en güzel yanlarından birine dokunuyor: Mekânın, bir hikâyeyi sadece bir fon değil, adeta bir karakter gibi sarıp sarmalaması. Yaşar Kemal’in Çukurova’sının sizi çağırması gibi, bazen bir kitap, bir yazar, hatta tek bir satır, bizi bir şehrin sokaklarına, kokusuna, ruhuna çekebiliyor gerçekten. Bekleme Odası için Fransa, özellikle Paris, tam da böyle bir çağırıştı benim için; ama bu, sadece bir mekân seçimi değil, hikâyenin ta kendisiyle iç içe bir yolculuktu. Paris, sadece kartpostallardaki romantik sokaklar ya da Seine nehrinin sakin akışı değil; aynı zamanda milyonlarca farklı insan hayatının dönüm noktalarının, kesişim yerlerinin kenti. Paris, bu romanda bir dekor değil; karakterlerin duygularını, çatışmalarını, mucizelerini yansıtan bir gökyüzü gibiydi. Beni Fransa’ya çağıran ise yazan biri olarak, insan ruhunun evrensel hikâyelerini anlatmak için hem tanıdık hem yabancı bir mekân arıyordum. Paris, bu ikiliği fazlasıyla sunuyor: Herkesin hayallerinde bir Paris var, ama aynı zamanda kimse o şehri tam olarak tanıyamaz. Bekleme Odası’nı yazarken, Paris’in sokaklarında yürüdüm, o havayı soludum; ama asıl çağıran, fiziksel bir şehirden çok, insanlığın ortak hikâyelerinin buluştuğu bir ruh haliydi. Bir sokak lambasının ışığında durup düşünen bir karakterin, ya da bir yabancıyla tesadüfen kurulan bir sohbetin, o şehirde farklı bir anlamı var. Okurların da sizin gibi, bu Parizyen duyguyu net hissetmesi, sanırım bu seçimin doğruluğunu gösteriyor.
“Belki sen hissetmiyordun ama benim de en az senin kadar biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı…” 197. S. İşte bu, beni en çok etkileyen alıntılardan bir tanesiydi. Tüm insanlar için evrensel kavramlar ve olgular vardır, din, dil, sınıf, güç, cinsiyet, gelişmişlik, geri kalmışlık fark etmeksizin herkes için benzeşen ortak duygular. Ama biz bazı acıları ilk kez ve sadece kendimiz yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Bencillik mi yapıyoruz acaba? Ve bazı insanları gözümüzde büyütürüz, mesela Bay Cenavi karakteri. O da bir insan ve onu sunuş şeklinize bakarak yanından yöresinden acının ve hüznün geçmediği bir karakter ve insan böyle güçlü bir insanla karşılaşınca her şeyi anlatmak isteyebilir. Bu alıntının bize verdiği çok derin mesaj var. Yanılıyor muyum?
Seçtiğiniz alıntı, tam da insan olmanın o kırılgan, evrensel özünü yakalamaya çalıştığım anlardan bir tanesi. Bu söz, yalnızlığın, bağlantı kurma arzusunun ve hepimizin içindeki o sessiz çığlığın bir yansıması. Sizin de hissettiğiniz gibi, bu alıntı, sadece bir karakterin değil, hepimizin bir şekilde paylaştığı bir duyguyu taşıyor. Evrensel duygulara gelince, haklısınız: Din, dil, sınıf ya da başka hiçbir fark, insan ruhunun ortak deneyimlerini değiştirmiyor. Hepimiz sevgi, kayıp, yalnızlık ya da bir başkasıyla gerçekten anlaşılma özlemi gibi duyguları paylaşıyoruz. Ama ilginçtir, acıyı yaşarken, bazen sanki dünyada bunu ilk ve tek yaşayan bizlermişiz gibi hissediyoruz söylediğiniz gibi. Bencillik mi bu sorunuza yanıtım evet, belki biraz bencilliktir. Ama bence bu, bencillikten daha çok, insan doğasının bir parçası. Acı, o kadar kişisel, o kadar içimize işliyor ki, bir an için kendimizi evrenin merkezinde sanıyoruz. Karakterlerimin her biri, kendi acılarında yalnız olduklarını sanıyor, ama bir noktada, bir başkasıyla konuşmanın, bir başkasının gözlerine bakmanın gücüyle, o yalnızlığın evrensel olduğunu fark ediyorlar. Bay Cenavi’ye gelince… Evet, onu gözümüzde büyütmek çok kolay, değil mi? Çünkü o, sadece bir insan değil; aynı zamanda bir bilgelik, bir sığınak gibi. Onu yazarken, Bay Cenavi’nin gücünü, kusursuzluğundan değil, kendi yaralarını taşıyabilme cesaretinden aldığını düşünüyordum. Onunla karşılaşan bir karakterin, mesela Nathan’ın, her şeyi anlatmak istemesi, tam da bu yüzden. Hepimizin konuşmaya, anlaşılmaya ve görülmeye ihtiyacı var. Ve bazen, bir başkasının hikâyesini dinlerken, kendi hikâyemizi de yeniden daha adil olarak keşfediyoruz.
“Bazen sırf gitmenin kendisi bile insana çok iyi hissettirebiliyor.” S. 157
“Gitmek” çok katmanlı bir kelime. İlla bir şehirden gitmeyiz. Bir insandan, bir idealden, bir inançtan… İnsan her olgudan gidebilir. Peki, Serhat Kaya bu kitabı ve diğer kitaplarını yazarken gitti mi?
Bahsettiğiniz alıntı insan ruhunun o derin arzusunu, bir şeyleri geride bırakıp yeniye doğru adım atmanın büyüsünü anlatıyor. Haklısınız, “gitmek” çok katmanlı bir kelime. Nathan gibi karakterlerin hikâyelerinde bu “gitme” hali, doğrudan içsel bir dönüşüm olarak kendi içinde bir yolculuğa çıkmaya işaret ediyor. Peki, ben “gittim” mi?
Evet, hem de defalarca. Yazmak, zaten başlı başına bir gitme hali. Bekleme Odası’nı yazarken, günlük hayatın gürültüsünden, beklentilerden, hatta kendi korkularımdan uzaklaştım. Paris, romanın geçtiği şehir, benim için sadece fiziksel bir mekân değil, aynı zamanda zihinsel de bir uzaklaşmaydı. Ama asıl “gitme” daha derinde oldu: Yazarken, eski bir Serhat’tan, belki de kendime koyduğum sınırların bir kısmından uzaklaşıyorum. Bekleme Odası’nı yazarken, karakterlerimle birlikte ne mutlu ki ben de “gittim.” Onların umut arayışlarından, yarım kalmış hayallerinden geçerek, insan olmanın o evrensel yollarında tekrar yürüdüm. Gitmek, bazen iyi hissettirdi, evet; ama daha çok, gerekli hissettirdi. Sanki bir şeyleri geride bırakmazsam, o hakikate, sahici hikâyeye asla ulaşamayacakmışım gibi.
“Ben okumuyorum. Çünkü kimsenin etkisinde kalmak istemiyorum yazarken…” Bazı yazarlardan zaman zaman duyduğumuz bu sözlere, sizin önce bir okur olarak sonra da yazar olarak yorumunuzu merak ediyorum. Çünkü Edebiyat camiasında kabul gören ve tavsiye edilen şey iyi bir yazar olmak istiyorsanız çok fazla kitap okuyun değil midir?
Bana göre edebiyat üretip paylaşmak kadar, bir nevi birikimdir de; bir yazarın iç dünyası, okuduklarıyla, dinledikleriyle, yaşadıklarıyla şekillenir. Okumadan yazmak, sanki bir bahçeye tohum ekmeden çiçek beklemek gibi geliyor kulağa. Ama bu sözü söyleyen yazarların kaygısını da anlıyorum: Kendi seslerini bulmak, özgün olmak, başka bir kalemin gölgesinde kalmamak. Okuduğu ya da izlediği bir içerikten zihnine bir düşüncenin, bir duygunun ataçlanması, çağrışımın ötesine geçip öykünmeye dönüşebilir endişesi. Tabii bu durum kendi tarzını henüz keşfetmemiş, kendi beğenilerine ve duyularına hâkim olmayanlar için daha olasıdır. Düşünsenize, eşinize çok sadıksınız ama ne şekilde? Yolda gördüğünüz kadınların yüzüne asla bakmayarak. Bu sizce sağlıklı mı? Sadakat böyle sağlanabilir mi? Bence mümkün değil. Mümkün bile olsa sevmenin doğasına aykırı. Başkalarından etkilenmemek adına izlememek ya da okumamak da aynı bunun gibi geliyor bana. Muhakkaktır ki, okuduklarım, dinlediklerim ve izlediklerim beni bugün ki ben yapan nüanslar arasındalar. “İyi yazar olmak için çok okuyun” tavsiyesi, boş bir klişe değil; bir gerçek. Okumak, sizi başka yazarların kopyası yapmaz; aksine, kendi sesinizi bulmanız için elinize bir pusula verir. Okumaktan korkmayın. Başka sesler, sizi susturmaz; aksine, kendi şarkınızı daha berrak söylemenizi sağlar. Okumak, bir yazarın yalnızlığını paylaşması ve aynı zamanda başka hikâyelerle kendi düşünce dünyasını zenginleştirirken özgünleştirmesinin de en verimli yollarından. Edebiyat, bir zincir; her yazar, o zincire kendi halkasını ekler, ama o zinciri tanımadan, ona dokunmadan, kendi halkanızı da tamamlayamazsınız.
Son olarak, kitaptaki ana karakter olan Nathan, hikâyeden öğrendiğimiz üzere evliliği bitmiş, boşamış bir erkek karakter. Buradan yola çıkarak ülkemizdeki kadın cinayetleri ile ilgili söyleyecek sözleriniz olduğuna inanıyorum. Ve bildiğim kadarıyla yakında çıkacak yeni kitabınız Nadide Adalet’te de bir kadın hikayesi anlatıyorsunuz. Bu konu ilerisi için başlı başına yeni bir söyleşi konusu, fakat yine de şunu sormak istiyorum: Erkekler neden kendilerini istemeyen, sevmeyen kadınları; zorlayarak, korkutarak veya tehditlerle hayatlarında tutmak ister?
Bu soru, Roman yazan biri olarak değil, bir insan olarak da beni derinden sarsıyor. Bekleme Odası’nda Nathan’ın evliliğinin bitmiş olması, onun hikâyesinin sadece bir parçası; ama bu, onun içsel yolculuğunun, yalnızlığının ve belki de kendi hatalarıyla yüzleşmesinin bir yansıması. Ama ne yazık ki, gerçek hayatta, özellikle ülkemizde, ayrılık hikâyeleri çoğu zaman bir trajediye dönüşüyor. Kadın cinayetleri, bu trajedinin en acı, en kabul edilemez yüzü. Türkiye’de kadın cinayetleri, sadece bir istatistik değil; her biri bir hayat, bir hikâye, bir yitip gitmiş umut. Çoğu zaman bu cinayetlerin gerekçesi, kadının kendi hayatına dair bir karar alması: Boşanmak istemesi, bir ilişkiyi reddetmesi ya da sadece kendi yolunu seçmesi. Erkekler, neden kendilerini istemeyen, sevmeyen kadınları zorla, korkutarak, tehditlerle hayatlarında tutmak istiyor? Bu sorunun cevabı, bireysel bir sapkınlıktan çok, toplumsal bir zihniyetin, ataerkil bir kültürün derin köklerinden palazlanıyor. Bir kadın “hayır” dediğinde, ayrılmak istediğinde ya da kendi hayatını seçtiğinde, bu bazı erkekler için bir reddedişten öte, onların “erkeklik” algılarına bir tehdit gibi algılanıyor. Kadınlar, modern hayatın gerektirdiği özgürlüğü, bağımsızlığı talep ettikçe, bazı erkekler bu değişime ayak uyduramıyor ve öfkelerini, güçsüzlüklerini, şiddete dönüştürüyor. Bu, bir kadını sevgiyle tutmak değil; onun iradesini, varlığını yok sayarak bir egemenlik kurma çabası. Ülkemizde koruyucu yasalar var, ama uygulanmasındaki zaaflar, kadınları tehdit altında bırakıyor. Uzaklaştırma kararları sıklıkla kâğıt üzerinde kalıyor, failler yeterince cezalandırılmıyor ve bu durum şiddeti cesaretlendiriyor. Gerçek anlamda sevgi, sevdiğinin yararına olacaksa bırakabilmeyi gerektirir; bir insanı tehditlerle, korkuyla tutmak, sevgi değil, bir tahakküm arzusudur. Yeni romanım Nadide Adalet’te, bir kadının hikâyesini anlatırken, bu soruların peşine düştüm. Mahsa Amini’ye ve farklı zamanlarda öldürülen kadınlara adadığım bu kitap, bir kadının kendi adaletini arama çabasını, direncini ve gücünü yansıtıyor. Kadın cinayetlerinin, şiddetin gölgesinde, bir kadının kendi yolunu çizme hakkının varlığının reddedilemez olduğunun altını kalın kalın çizmek için yazdım bu kitabı. Bu roman, başlı başına bir söyleşi konusu, evet; ama şunu söyleyebilirim: Erkeklerin bu zorlayıcı, tehdit edici tavrının kökü, sadece bireysel değil, toplumsal bir dönüşümle değişebilir. Eğitimle, eşitlikçi bir zihniyetle, kadınların ekonomik ve sosyal gücünü artırarak, yasaların gerçekten uygulanmasıyla… Umarım, bir gün, hiçbir kadın kendi iradesini seçtiği için korkuyla yaşamak zorunda kalmaz; hiçbir hikâye, bir cinayetle sonlanmaz.
Serhat Bey, kitaplarınızı büyük bir keyifle okumuş bir okurunuz olarak, söyleşi yapma teklifimi kabul etmeniz benim için çok değerli ve anlamlıydı. Edebiyata dünyasına kazandıracağınız yeni eserlerinizle, yine ve daima edebiyatın gölgesinde nice ödüllere layık görülmenizi diliyor, sorularıma verdiğimiz tüm içten yanıtlar için de size gönülden teşekkür ediyorum. Okurunuz bol, kaleminiz kuvvetli olsun.
Rica ederim, bilakis, hayata ve edebiyata dair birçok önemli konuyu zihin katalizörünüzden böylesine lezzetli ve sağlıklı bir biçimde geçirip soru demeti olarak sunmayı başardığınız için ben size teşekkür ederim. Tüm Kırıkkale halkına ve kitap severlere sevgi ve hürmetle.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.