SEHİV SECDESİ
Namazda yapılan sehiv secdesi, kulun farkında olmadan yaptığı küçük bir yanılmanın ardından Rabbine yönelip hatasını telafi etme çabasıdır. Yani sehiv secdesi, hatanın kabulü ve affın umulmasıdır. Ne var ki, siyaset arenasında böyle bir telafi imkânı çoğu zaman bulunmaz. Siyasette yapılan bir hata, çoğu zaman geri dönüşü olmayan izler bırakır. Çünkü siyaset, yalnızca niyetlerin değil, sonuçların da hesabının sorulduğu bir alandır.
Siyasal hayat, toplumun güveni üzerine inşa edilir. Bu güven, bir kez sarsıldığında yeniden tesis edilmesi neredeyse imkânsız bir meşruiyet boşluğu yaratır. Halkın güvenini yitiren bir siyasetçi, tıpkı ibadette yönünü şaşıran bir kimse gibi, kıblesini kaybeder; fakat siyasette bu kıblenin yeniden bulunması çoğu zaman mümkün olmaz. Çünkü burada sehiv secdesi, yani hatayı affettirecek sembolik bir eylem yoktur. Bu yüzden siyaset, sehiv secdesine sığınmanın değil, baştan itibaren ferasetle davranmanın sanatıdır.
Siyasetçi, gücünü makamdan değil, milletin iradesinden ve vicdanından alır. O irade, bir kez kırıldığında ne özür cümleleri ne de sonradan gelen doğru adımlar eski itibarı iade eder. Zira milletin kalbi, akılla değil hissiyatla hükmeder. Bir yanlış eylem, bir yanlış kelime bazen yılların emeğini siler, bir ömrün itibarını yok eder.
Siyaset, bir yönüyle “sözü eyleme dönüştürme sanatı”dır. Söylem ile davranış arasındaki en küçük uyumsuzluk bile güvenin dokusunu yırtar, itibarı aşındırır. Bu nedenle siyaset, hata sonrası özrü değil, hata öncesi feraseti gerektirir. Bu yüzden siyaset, yalnızca stratejiyle değil, hikmetle yapılmalıdır. Her kelime tartılmalı, her davranış ölçülmeli, her kararın halk nezdinde nasıl yankı bulacağı hesap edilmelidir. Zira siyasette sehiv secdesi yoktur; yapılan yanılmanın telafisi, ancak bir başkasının doğrusuna fırsat tanımakla sonuçlanır.
Milletin iradesinden ve ortak vicdanından beslenmeyen bir siyasetçinin varlığı, ne kadar güçlü görünürse görünsün, aslında temelsiz bir yapıdır. Halkın gözünden düşen bir siyasetçinin, hiçbir stratejiyle, hiçbir propaganda aracılığıyla o itimadı yeniden inşa etmesi kolay değildir. Çünkü siyasette meşruiyet, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda ahlaki bir zeminde yükselir.
Bu yüzden makamdan alınan güç ile halka tepeden bakmak, halkın emaneti olan kamu kaynaklarını lüks ve gösteriş için harcamak, milletin menfaatini değil de kendisinin ve çevresinin menfaatini öncelemek, fırsattan istifade ederek sebepsiz zenginleşmek, koltuğun gücüne kapılarak büyüklenmek gibi günahları hiçbir secde affettirmez.
Dolayısıyla siyasetçinin “sehiv secdesi” yoktur; onun secdesi, her daim milletin gönlüne eğilmektir. Bu eğiliş, bir hatayı telafi için değil, halka karşı duyulan derin bir saygının, emanete olan sadakatin ifadesidir. Gerçek siyasetçinin kıblesi makam değil, millettir; salih ameli ise, emaneti korumak ve halkın güvenine dayanan bir hizmet anlayışını benimsemektir. Çünkü meşruiyetin tek kaynağı milletin gönlüdür.