Ahmet Polat
Şahitlik 3
Fıkıh bir tarihten mi ibarettir?
Bazı kimseler, Fıkhın tarihten ibaret olduğu iddiasında bulunurlar ki, Fıkhın; tarihi oluşumunu ele alma bakımından değerlendirildiğinde, bu iddia bir yere kadar kabul edilebilir. Oysa gerçek hiçte öyle değildir.
Fıkıh; Kur’an ve Sünnet’in taabbudî (kısaca Allah tarafından yerine getirilmesi emredilen ve sorgulanamayan emir denilir ki, sabah namazının; farzının, iki rekât kılınması) olarak belirlenen kısmına müdahale etmeyip ta’lîlî (kıyasa açık) ve zamanın değişmesiyle birlikte (örf ve âdet cihetinden) hükümlerin değişkenlik gösterebileceği meselelere, çağın gereklilikleri göz önünde bulundurularak doğumdan ölüme kadar Müslümanca yaşamaya çalışan kimselerin, hayatının akışına rehberlik eder.
En kısa ifadeyle Fıkıh; tarihten ibaret olmayıp içinde bulunduğu çağdaki Müslümanların hayatını ahlâk çerçevesi dâhilinde, Kitap ve Sünnet doğrultusunda yönlendirir.
Fıkıh kitaplarını yazan âlimler; eserlerini sırça köşklerde ve masa başında mı yazdılar?
Hicri ikinci asırdan günümüze kadar yazılan Fıkıh eserleri, ihtiyaca binaen yazılmıştır. Hatta Osmanlı’nın son döneminden itibaren günümüze kadar ilmihal (davranış bilgisi) kitaplarının kaleme alınması da buna dâhildir. Dolayısıyla yapılan her bir Fıkhî çalışma, içinde bulunduğu dönemdeki Müslümanların problemlerinin çözümünü hedeflemiştir. Önceki asırlarda yazılan eserler, geniş hacimliyken şimdiki zamanda konu merkezli ve ihtiyaç odaklı çalışmalar dikkat çekmektedir. Büyük İslâm İlmihali, Namaz İlmihali, Zekât İlmihali, Kadın İlmihali, Delilleriyle Ticaret ve İktisat ilmihali gibi çalışmalar bu kabildendir.
Öte yandan, eserleri telif eden âlimler de bizzat sosyal hayatın içinde, (Molla Hüsrev, İbrahim el-Halebî gb.) resmi veya gayri resmi pozisyonda, yaşadıkları dönemde insanların karşılaştıkları sorunlara çözüm üretmeye çalışmışlar, eserler bırakmışlardır.
Şahitlik bağlamında konuyu bağlayacak olursak, klasik diye tabir edilen Hidaye isimli kitabın şerhi Fethu’l-Kadîr; geniş hacimli Fıkıh eseridir. Bu şerhte, şahitlikle ilgili verilen bilgiler de o günün şartlarında ve geçmiş dönemde yaşayan Müslümanların karşılaştıkları meseleler geniş çerçevede değerlendirilerek ele alınmış, dinin sabitelerine dokunmadan ve o günün şartlarında yorumlanmıştır.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, günümüzde geniş hacimli eserler yerine konu odaklı çalışmalar, günümüzde yaşayan Müslümanların problemlerine çözüm üretme gayesi esas alınmıştır. Ancak şu kadar var ki, yeni çalışmalarda, (hicri III. asırdan itibaren son 150 seneye kadar tekdüzeliği sağlama ve ekole bağlı kalma adına taassuba ve ayrışmaya kadar giden) mezhep disiplini yerine selefin bıraktığı eşsiz hazineden (Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî, Zâhirî vd. mezheplerden) yararlanma düşüncesi teamül haline gelmiştir.
Kimlerin Şahitliği Kabul Edilmez?
Önceki yazımızda, tanıklığı kabul görmeyenlere biraz değinilmişti. Kaldığımız yerden devam edelim. Aşağıdaki özellikleri taşıyanların şahitliği dinen reddedilir:
- Sonradan Müslüman olan, ölüm korkusu yaşayıp da sünnetten yüz çevirme gibi bir niyeti bulunmayan adil ve sünnetsiz büyük kimsenin şahitliği makbuldür. Şayet korku sebebiyle değil de Sünnete muhalefet için sünnet olmazsa bu takdirde şahitliği kabul edilmez.
- Fâsık (Günah İşleyen) Kimse: Yine aynı minval üzere, an itibariyle fasıklığı yakînen bilinmese de alenen günah işleyen kimse de bu kabildendir.
- Evli erkek ve kadının birbirine şahitliği töhmet nedeniyle makbul değildir. Hattâ öyle ki, erkek ve kadın; tövbe ettikten veya boşandıktan sonra dahi birbirlerine karşı tanıklıkta bulunmalarına caiz değildir.
- Heva sahibi kimse: Nefsinin esareti altında yaşayan kişinin şahitliğinin de farklılık arz ettiği gözlemlenmektedir: Bu kimse, heva sahibi olmakla birlikte dini yaşamada adilse hevasının niteliğine bakılır; şayet hevası küfre yol açabilecekse bu takdirde şahitliği merdüddür. Zira bir kafirin Müslümana şehadeti sahih değildir. Hevası küfre götürmeyecek derecedeyse şu şartlar aranır; münkere davet edebilecek düzeyde tutucu ve soytarılık gibi ahlâken zayıf karakterde ise şahitliği yine kabul edilmez. Hevası, yalan ve aldatmaya yönelik tarzdaysa bu takdirde fasıktır ki, kendisinde soytarılık mevcuttur. Zira hata yapan/günah işleyen, yalan ve aldatmadan azâde değildir. Binaenaleyh (tanıklık esnasındaki) ifadeleri, gerçeğin aksine ihtimali bulunmaktadır. (Şahitliklerinin kabul edilmemesinin gerekçesi, suç sayılan fiilleri işlemelerinden kaynaklanmaktadır. Küçük günahlarda tövbeye yönelmeyip ısrarla sürdürüldüğü takdirde büyük günaha dönüşmekte ve adaleti düşürmektedir. Dolayısıyla şahitlikte kesin bilgiye ulaşma (yakînî bilgi/ilim) belli kriterlerin getirilmesi, mahkemeye olan güveni de beraberinde getirecektir. Haliyle toplumun yaşamına da etki edecektir.)
- Günahkâr, isyankâr, Sahabeye söven, hayal gücü yüksek olan kimseler de adalet vasfını yitirmeleri ve şüphe barındırmaları nedeniyle tanık olamazlar.
- Tasvir üslubu (ehli ilham) güçlü kimselerin şahitliği, adalet yoksunluğu ve yalan söyleme ihtimalinden ötürü tanıklığı dikkate alınmaz.
- Sahabeye küfreden kimsenin de şehadeti adaleti düşürdüğünden kabul görmemektedir.
- Cenaze gibi merasimlerde para ile tutulan ağıtçıların (geçmişte olduğu gibi şimdi de var) tanıklığına itibar edilmez.
- Şarkıcılar, kuşlarla uğraşan, içki müptelası alkolikler, kumar ve satranç oynayan kişilerle birlikte, (yürüyerek ayakta yeme ve yol üzerinde bevil gibi) mürüvvete halel getirecek fiiller de şahitliğin reddedilme sebeplerindendir.
- Töhmet barındırması ve günahkarlıkları hasebiyle gayri müslim, Müslümana tanıklıkta bulunamaz. Ancak kendi aralarındaki davalarda dinlenir. (Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamaları bu yöndedir.)
- Harbî (gayri müslim ve oturma izni bulunmayan) kimse, müstemen’e (gayri müslim ve Müslüman ülkesinde oturum izni bulunan) şahitlik yapamaz.
- Adaleti zedeleyeceği gerekçesiyle, kötülükleri iyiliklerinden az olan biri, mahkemede dinlenmez. Tersi durumlarda dinlenir.
- Babasının öldüğünü veya kaybolduğunu (gaip) iddia eden iki kişinin, babasının gaipliği hakkındaki tanıklığı (hâkim gaipliğe hükmetmediği için) değerlendirilmez.
- Kendisi üzerinde (para veya kıymetli eşya gibi) emanet bulunduğu ikrarında bulunan kimse; şayet emanetin, kendisine ait olduğumu iddia ederse, bu şahitliğe itibar yoktur. Ancak, sadece emanetin ikrarına tanıklığı durumunda ise tanıklığı makbuldür.
- Hâkim, başkasını kötüleyen kimsenin şahitliğini dinleyemez. Zira ayıp ve kötülükleri örtmek ve ifşa etmemek dinimizin gereğidir. (Hattı zatında, hâkim; muhakemeden önce, şahitlerin genel durumuyla (dürüstlük ve yalancılık gb.) ilgili araştırma yapar ki, buna tezkiye denir.)
Kimlerin Şahitliği Kabul Edilir?
Fukâha, şehadet bahsinde farklılıklarıyla dikkat çeken kimselerin şahitliğinin kabul edilebileceği görüşünü benimsemiştir.
- Veled-i zina: “Hiç kimse başkasının günah yükünü üstüne almaz.” (İsrâ, 17/15) ayetinden hareketle veled-i zinanın tanıklığı makbuldür.
- Testisleri burulmuş, (Bu görüşün hilafına Sahabeden herhangi bir rivayet nakledilmemiştir.) kimselerin şahitliğinin kabul görülmesidir.
- Husyeleri bulunmayan veya kesilen kişi.
- Güvenilirliği tescillenmiş işçi veya devlet memurunun tanıklığı.
- Hünsâ (doğuştan çift cinsiyetli).
Genel çerçeveden değerlendirme yapıldığında, şunları söylemek mümkündür: Ulema; delillerin (nas) içerdiği anlamı kavramakla birlikte, meydana gelen olayların yorumlanmasında, zaman ve mekân farklılıklarının; faklı hükümlerin inşasına zemin hazırladığını, eserlerinde bizlere yansıtmıştır. Bununla birlikte, yaşadıkları dönemdeki Müslümanlara, Fıkıh ve ahlâk ekseninde yaşam profili çizmişlerdir. Bir taraftan şer’i çizgileri çizerken öte taraftan ahlâk sınırları aşıldığında belirli yaptırımlara maruz kalınabileceği mesajını da satır aralarında vermişlerdir.
Netice itibariyle, günümüz Müslümanlarının, ahlâken çıkmaza düşmelerinin sebeplerinden biri de, sadece “günü kurtarma” veya “kılıfına uydurma” adına Fıkıh metinlerine başvurmalarıdır.
Haftaya konumuzu toparlayacağız inşallah.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.