Ahmet Polat
NİÇİN İBADET EDİYORUZ? 2
İbadet, insanlık tarihi kadar eski olup sadece bu ümmete mahsus kılınmamıştır. Dolayısıyla geçmiş ümmetlere hangi ibadet farz kılınmışsa biz Ümmet-i Muhammed’e de aynı ibadetler teklif olunmuştur. Hatta öyle ki, -zekât gibi- bazı ibadetler hafifletilerek âhir zaman Müslümanlarının sorumluluğu hafifletilmiştir.
Kul, kendisine farz kılınan ibadetleri eda ederek yaratılış gayesine muvafık bir hayat sürmüş olur. Böylece imtihanın[1] gereklerini yerine getirerek yaşamı anlam kazanır.
Sahabe-i kiram diye isimlendirilen ilk Müslümanlara baktığımızda onların, ibadetleri büyük bir titizlikle eda ettiklerini görüyoruz. Hz. Peygamber’in (sav) dava arkadaşları, ibadetleri eda ederken ruh-beden birlikteliğine özen gösterirlerdi. Bunun neticesinde ibadetlerin özündeki erdemler; sîret ve sinelerinde aşikâr idi. Başka bir ifadeyle, ibadetler; onları madden ve manen olgunlaştırmıştı.
İşte günümüz Müslümanlarının, ibadetlerle ilgili en büyük açmazlarından birisi de ibadetin şekle indirgenmesidir. Bu da ibadetlerin özündeki eğitici kimliğini ön plana çıkarmıyor. İbadetlerde asıl olan ruh ile beraber bedenin birlikteliğidir. ‘’Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder.’’[2] ayetinin de belirttiği üzere namaz kılıp kötülük yapan, haram yiyen, gıybet eden ve ahlaki zaaf gösteren bir Müslüman olamaz. Yine aynı şekilde oruç; kişiyi günahlardan sakındırır,[3] zekât da malı haram kazançtan temizlemek[4] suretiyle helal lokmaya teşvik eder. O halde bizlere düşen şudur: İbadetleri; en başta Allah’ın rızasını gözeterek, sonra da kişiliğimizdeki/karakterimizdeki eksikleri gidereceğini samimiyetle inanarak eda etmektir.
İbadetleri îfâ ettiğmiz halde ahlâkî zaaflarımız devam ediyorsa yine aynı şekilde azim ve sebatla ibadete sarılmalıyız. Zira zihinde, iki zıt bir araya gelemeyip bu çelişki karşısında yanlıştan dönerek erdemli bir insan olma hususunda gayret gösterir.
İbadet; kulun kalbini dünya ihtirasından çekmek suretiyle onu manevi olgunluğa erdirir, dünyanın cezbedici tuzakları karşısında ebedi hayatı düşünür, sonsuz hürriyetin mümkün olamayacağını kavrar, fıtratındaki (doğru) kutsal güce sığınarak zihin dünyasındaki boşlukları doldurur.
Önceki ümmetler, kendilerine farz kılınan ibadetleri yerine getirmeyerek yaratılış gayesinin hilafına hareket etmişlerdir. Dolayısıyla bir takım sapmalar da beraberinde gelmiştir.[5] Bunun en bariz örneğini Hindistan’da görebiliriz. Zira Hz. Şit ve Hz. İdris; risalet görevi için Hindistan’a gönderilir, burada tebliğ görevini yerine getirir, namazı da anlatır. Şit ve İdris peygamberden sonra tevhit akidesi bir müddet devam eder. Zamanla kâhinler zuhur eder, bir takım gizemli rumuzlar ön plana çıkar ve putlara tapmaya başlarlar.
Aynı şekilde Yahudi ve Hıristiyanlar’da da namaz, oruç, zekât gibi ibadetler farz kılınmıştır. Onların akıbeti de Hindular gibi olmuş, namazı zayi ederek yaratılış gayesinin pusulasını yitirmişlerdir. Gerek semavi, gerekse yerel dinler olsun; Hz.Allah’ın dışında farklı ilahlar/kutsallar edinilmesinin en büyük sebebi ibadetlerden taviz vermeleri veya şekle bürümeleridir.
Görüldüğü üzere ibadetler, tevhit akidesinin diri tutulmasının yegâne sebeplerinden biridir diyebiliriz. İnsanın fıtratındaki ‘kutsal ile irtibata geçme’ ihtiyacını karşılamış oluyor.
[1] Mülk, 67/2: ‘’Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.’’
[2] Ankebut, 29/45.
[3] Bakara, 2/183: ‘’Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı.’’
[4] Tevbe, 9/103: ‘’Onları arındırmak ve temize çıkarmak üzere mallarından sadaka al! Bir de onlar için dua et; çünkü senin duan onlara huzur verir. Allah her şeyi çok iyi işitmekte ve bilmektedir.’’
[5] Meryem, 19/59: ‘’Sonra bunların ardından artık namazı kılmayan ve nefsânî arzulara uyan bir nesil geldi. Bunlar elbette azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.’’
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.