Mehmet Bayrak

Mehmet Bayrak

Şule Yüksel Şenler

Şule Yüksel Şenler

(29 Mayıs 1938’de  Kayseri’de doğdu; 28 Ağustos 2019 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Cenazesine Cumhurbaşkanımız da iştirak etmişti.  Mezarı, Eyüp Sultan'da, Mihrişah Valide Sultan Külliyesi haziresindedir. Dokuz yüz yetmişli yıllarında bir kitapçı dükkânına uğramıştım. Şûle ablamızın yazdığı “Bize ne oldu” isimli kitapçığını elime aldım ve satıcı sakallı amcaya, bu kitabın yazarı kim? Diye sordum. Yazarını ben zaten tanıyordum da, kitapçı da biliyor mu diye sordum. Kitapçı amca bana: “Onun yazarı, Aslan, Aslan” dedi. Ben: Bu bir kadın değil mi? Deyince: Erkek aslan, aslan da dişi aslan, aslan değil mi, dedi.

İşte bu aslanın kaleme aldığı kitapçıklardan birisinin adı “Gençliğin ızdırabı”dır. 1969 yılında kaleme aldığı bu yazıyı okuduğum zaman gözyaşlarımı tutamayıp ağlamıştım. 53 sene sonra bu yazı tekrar elime geçti ve bu gün de bu yazıyı yazarken gene gözyaşlarım yanaklarıma doğru süzüldü. Çünkü gençliğin büyük çoğunluğu dinden imandan habersiz, farkında olmadan cehenneme doğru yol almaktalar. Ciğerlerim parçalanıyor. Yazıyı aynen naklediyorum:

“Biz daima İslâmiyet’e ve ahlaka aykırı hareketlerinden dolayı, bu günün gençliğini tenkit eder, ayıplar dururuz. Bu asabi gençliğin psikolojik durumlarıyla ilgilenip, onları bu dejenerasyona (Yozlaşmaya) iten sebepler ve bu sebepleri ortadan kaldıracak çareler üzerinde kafa yorarak ciddî ve müsbet teşebbüslerde bulunduğumuz pek ender vâkidir. Yıllardır başıboş, gayesiz mâneviyatsız, köksüz ve sahipsiz olarak yetişen gençliğin mânevî boşluğunu dolduracak, huzursuzluk ve ızdırabını dindirecek ne gibi bir hamlede bulunduk?

Sadece suçladık, sadece hor gördük, itham ettik, nefret ettik, tahkir ettik ve sadece mahkûm ettik. Halbuki bu bizi, her gün hedefimizden biraz daha uzaklaştıran ve gençliği biraz daha içinde bulunduğu batağa saplamağa vesile olacak, pek yanlış bir davranıştan başka bir şey değildi. Onlar bu günkü antipatik ve anormal duruma düşüren sebepleri göz önünde bulundurarak, muhtaç oldukları şefkat ve anlayışı göstermekliğimiz icap ederdi.

Evet şefkat… hem sonsuz, nâmütenâhî bir şefkat. Çünkü gençlik buna muhtaç. Tekdir ve tahkirden ziyade şefkat ve anlayışa ihtiyaç duymakta.

Gençliğin ızdırabı öylesine büyük ve gençlik şefkat ve anlayışa öylesine muhtaç ki, bu gün karşımızda “Gençlik problemi” olarak, Himalaya dağları gibi yükselen bir davayı ve gençliğin bu günkü ızdırabını dile getirmek için bir günlük sütunun kifayet etmesi imkânsızdır. Bu düşünceyle “Gençliğin ızdırabı”nı her an okunup, ibret alınabilmesi için kesilip saklanacak şekilde birkaç gün süre ile ve çeşitli misal ve delillerle dile getirmeye çalışacağım.

Bu yazıyı hazırlarken gözlerim, eski bir mecmuanın (derginin); hançerlenmiş bir kalpten taşarak kurumuş ve pıhtılaşmış kanları ile boyalı satırları üzerinde hüzün ve ızdırapla gezinip durmaktaydı.

Bu 1963 yılında gençliğe şefkat kollarını açmış ve ancak sekiz sayı yaşayabilmiş olan “Şûle” dergisiydi. Gözlerimin üzerinde gezindiği satırlar ise dergisinin ismine hitaben bir liseli kız öğrencinin kaleme aldığı “Bir neslin göz yaşlarına tercüman olan” yanık feryatlarla dolu mektubuydu.

Bu gün sanki bu ses doğrudan doğruya ismimle bana sesleniyor ve adeta: “Yaz!... sonuna kadar, yılmamacasına… benim ve benim gibilerin ızdırabını, çaresizliğini bu koskoca millete, nemelazımcı bigânelere duyuruncaya kadar yaz” diye feryat ediyordu…

Bu sese bigâne kalmak kabil miydi? İşte ben de “Kendi gerçeğini arayan” bu sese uyarak, genç kızın ibret dolu mektubunu aynen neşrediyorum:

Sevgili Şûle,

Sana mektup yazmak hevesini, hüsrana uğrayanlara açtığın müşfik kucaktan aldım. Anlatacaklarım yalnız beni değil, benim gibi binlerce genç kızı ilgilendiren hayat hikayesi, ruhu kurtuluşa susamış, kalbi ümit kapısı arayanların çığlığı olacak. Beni nezaketle dinleyeceğinize eminim.

On sekizin doldurduğum geçen geceydi. Şiddetli bir kâbusla uyandım. İpek yorgan içinde, kadife yastık üzerine gömülü melek yüzüme karşı pençeleşmiş iki el, topraklaşmış siyah ve korkunç bir yüz, parmak uzunluğunda sivri iki dişin uçlarından salyalarını akıtan çirkin bir ağız, kirli ve dağınık saçların sarktığı azgın bir baş uzanıyordu. Beni boğacak çirkin elle, hayât hikayemi kucağıma kusan bir ejder eli!...

Haykırdım, ciğerlerim patlayacak derecede haykırdım. Zorlu bir haykırıştı bu. On sekiz yıllık günahla küflenen kalbimdeki derin sızının volkanlanışı… sonra haykıramaz oldum. Sesim çıkmadı. Nefes alamadım, boğuluyordum. Zorlu zorlu soludum ve uyandım.

Üzerimdeki ipek yorgan, çamurlu bir toprak yığını gibi ağır, kadife yastığım mezar taşı gibi soğuk geldi. Yumuşak yatağım, karanlık bir dipsiz kuyu gibi derin ve serin.

Yatağım, yorganım ve yastığım!!!

Gençliğimi katledenlerin, ruhumu ve kalbimi harap edenlerin ben gömmek için on sekiz yıl cilalı tırnaklarıyla durmadan kazdıkları mezar, yonttukları mezar taşı…

Ağladım, sıcak kanlı kanlı… gözüm, kalbim, gönlüm ve bütün hücrelerim ağladı…”

Liseli kız öğrenci, belki bir neslin gözyaşlarına tercüman olan mektubuna, fazilet savaşımızda unutamayacağımız bir ses olarak şöyle devam ediyor:

“Şiddet ve dehşet içinde gözyaşı döken bir bakirenin, iman ışığında kalbini temizleyerek, ebedî hazza ulaşması, ruhunun belki zaferidir, fakat ben bundan yoksunum. Neye, kime ve nasıl inanacağımı bilmiyorum. İnsanlık için ağlanacak halimin, gerçek anne – baba, gerçek şefkat ve merhamete susamışlığın hüsranı bu.

Bak sana hayat hikâyemi kısaca anlatayım:

Devamı gelecek yazıda

 

Üç yaşındaki çocukluğum, elden ele aktarılan beyaz ve taze bir et parçasından ibaretti. O yıllarda anne ve babamın dostlarının şarap ve zifir kokan ağızlarını çok dinlediğimi iyi bilirim. Sevmediğim ağızlar gül yanaklarımda yıllarca saltanat sürdü. Sosyeteye uygun oluşumuzdan, temiz ve fakat cânî ellerde en az üç yıl, kucaktan kucağa ama gerçek şefkatten uzak bir kuş yavrusu gibi aktarıldım, durdum.

Sonra bir mektebe (okula) gönderildim. O kadar şık ve zarif gönderiyordu ki beni annem, diğer çocuklarla âdeta alaycı oldum. Fakat onlar beni hep beni kelebek gibi yakalamak için etrafımda pervane olup koşuşuyorlardı. Kıvırcık saçlarıma, beyaz tenime imreniyorlardı. Öğretmenlerim de hayran hayran bakar, derslerimde başarmam için itina gösterirlerdi ayrıca.

Beş yıl, güzellikte ben, birincilikte ben, şiirlerde, şarkılarda ve oyunlarda ben oldum. Orta ve lisede bu güzelliğim ellerin oldu. Varlık hikmetim benden alınarak orta malı oldu. Bana faziletim, karakterim, namusum, şerefim, iffetim ve kalbim için ölçüler gösterilmedi. Sokaklarda ben, otobüslerde ben, trende ben, sinemada ben oldum. Gene küçüklüğümdeki gibi tenim, kemiklerim, sinirlerim, kaşım gözüm ile… Sokaklarda câni ve iğrenç bakışların, otobüste korkunç çimdiklerin, sinemalarda pis ellerin muhatabı oldum.

Şûleciğim anlatamıyorum. Boğazım tıkanıyor. Nefes alamıyorum. Gene gözlerim bilmem ki neden kararıyor! Bugün çocukluğumdaki sınırsız hürriyetim evimden bakkala gidemeyecek kadar daraldı. Yaşamda rahat edemedim. Riyakar ve hoppa arkadaşlarım, şekilperest ve şöhret düşkünü ailem sokaklarda üzerime çevirilen iğrenç gözler, sarf edilen kaba sözlerden rahat bulamadım, baş kaldıramadım. Lisedeki hakimiyetim bu çirkin muhitimi genişletti. Müsamerelerde, şiirde, çaylarda, kokteyllerde hep ben. Çok çok, sık sık alkışlandım. Büyük – küçük yakınlarım, kız – oğlan arkadaşlarım yanaklarımdan yüzlerce defa öptüler ve kucakladılar. Yaz aylarında plajlar dolusu başlar, kış aylarında salonlar dolusu kollar benimle uğraştı. Bir tacım eksikti başımda.

Fakat on sekiz yılda bir gün kolumdan tutup bana dinimi öğreten olmadı. Zaman zaman kalbimde yokluğunu hissettiğim DİN mefhumuna büyük bir merak sardım. Kâbusla birlikte ölüm bana canavarlar gibi korkunç göründü. Hissî tarafım bütün açıklığıyla gözümün önüne serildi. İçimde iman, ahlak, aşk ve fazilet şuuru ile ilgili hiçbir şey göremedim. Ruhum, kapkara ve koskoca bir kazan gibi bomboş… Öğrendiğim şiirlerde şarkılarda hep nefsimin süflî emellerinin kokusun duydum. Flört ettiğim gençlerin şarap ve zifir kokan ağızları, tıpkı üç-altı yaşımdaki dost ve akrabalarımın ağzı.

Çocukluğum büyüklerin, gençliğim akranlarımın kollarında çürüdü. Bana bu zulmü reva görenlere bugün lanet ediyorum. Acaba benim gibi evlatlarını daha doğmadan katleden, mezarlarını kazan anne ve babalar ne zaman, hangi hâkimin önünde ceza görecekler? Ancak on sekizinde uçuruma itildiğini anlayan ben, neye, nasıl, nerede inanacak, kalbimi nasıl beni yaratana bağlayacağım?

Gördüğüm kâbus beni sokak kızı mı yapacak veya ben, soysuzlaşan bir cemiyette ve zalim bir anne baba evinde kirli mezarımı kendi ellerimle kazmaya devam mı edeceğim? Bana kazandırılmak istenen bu hayata lanet olsun. Bana ruhum için ebedi bir kapı göster Rabbim! Ben güzel yurdumun rahmet kokan bayırlarında filizlenen bir dal gibi, asîl atalarımın kanını damarlarımda dolaştıran bir taze gül idim. Beni varlığımdan koparıp soldurdular.

Suna Özalkanat – İzmir

Bir anne kalbine bile açılamayan bu ses, içimizde dinmeyen ızdıraplı bir lisan; gözyaşından bir sel ki, yürekler parçalayan, kimsenin bilmediği, duymadığı bir çığlık!.. bir anne kalbine bile açılamayan bu ses.

Muhterem okurlarım! Elem ve ızdırab yüklü mektubunu okuduğunuz masum ve bedbaht Suna, gafil bir anne-baba elinde ve mâneviyatsız bir tahsil hayatının zahiren şatafatlı atmosferi içinde yetişmiş, ruhsuz bir medeniyetin ve materyalist bir cemiyetin sayısız kurbanlarından biridir. Bu gün güzel memleketimizin her yanı; kızgın çöllerde susuzluktan kavrulan bir kervanın fertleri gibi, imana ve maneviyata susamışlıklarının harareti içinde kıvranıp, kavrulan ve feryatları yeri, göğü titreten binlerce Suna ve Suna’larla dolu. Ne hazîn! Lâkin hakikat!!!

      

Bu yazı toplam 8419 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mehmet Bayrak Arşivi