Ahmet Polat

Ahmet Polat

Sünnet’i Anlama ve Yorumlama

Sünnet’i Anlama ve Yorumlama

Bu yazımızda, “Hz. Peygamber’in (sas), Sünnet’ini nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız, O’nun her bir fiilini hayatımızda tatbik edebilir miyiz?” sorularını cevaplandıracağız. Esasında bu bahis, lisans (İlahiyat) seviyesinde Hadis derslerinde etraflıca işlenmektedir. Ancak meselenin; grift olması, farklı bakış açılarını içinde barındırması ve bu sütunlarda (sıradan bir Müslüman tarafından okunduğunda) anlaşılabilir şekilde özetlenmesi, deyim yerindeyse “puzzle oyunu” gibi parçaları birleştirip bütün haline getirmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla konuyu ana hatlarıyla ele almaya çalışacağız.

Sünnet, Arapça kökenli bir kelimedir ki, sözlükte, “izlenen yol, yöntem, örnek alınan uygulama, örf ve gelenek” anlamlarına gelir. Terim olarak da “Resûlullah’ın söz, fiil veya tasvipleri” (takrirleri) şeklinde tanımlanır.

Hz. Peygamber’in (sas), misyon itibariyle, Kur’an’ın; açıklayıcısı, hüküm koymadığı yerde de hüküm koyandır. Zira onun peygamberlik cihetinden buyrukları, gayri metlüv vahiydir. Kur’an’ın ifadesiyle, bizim için üsve-i hasene, yani güzel örnektir (Ahzâb, 33/21).

İstidraden şu bilgiye de yer vermeliyiz ki, Efendimizin irtihalinden sonra, çeşitli maksatlarla, O’nun adına (mevzû diye bilinen) hadisler uydurulmuş ve dine monte edilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, bu mevzû hadisler tespit edilerek ayıklanmıştır.

Hz. Muhammed Mustafa’nın fiilleri 3 sınıfta incelenir:

  1. Her bir insan gibi, yer. içer, konuşur, ağlar, uyurdu...
  2. Irk bakımından Arap olması hasebiyle, Arapların örf ve adetlerine göre hayatını sürdürürdü.

Dinini yaşama hususunda Hz. Muhammed’i örnek almaya çalışan ve bir Müslüman, bu iki maddede, “Peygamberimiz böyle yapardı” gayesiyle hareket ederse sevap alır. Ancak yapmadığı takdirde herhangi bir cezaya-zemme maruz kalmaz.

  1. Hz. Peygamber, ahlak cihetinden müstesna bir şahsiyetti, Kur’an’ı bizzat yaşayandı.

“Muhammedî Ahlâk” bakımından rol model olması bizler için son derece önemlidir. İşte bu maddenin prensip edinilmesi “Fıkıh” ilmini meydana getirmiştir. Başka bir ifadeyle, ahlâksız fıkıh; tabiri caizse yapıp ettiklerimize kılıf bulmadır.

  1. Dinde hüküm koymada (teşrî‘), Kur’an’dan sonra ikinci sıradadır. Şöyle ki, yeni meydana gelen bir hadise hakkında evvela vahiy inmesini bekler, vahiy inmediği takdirde kendi içtihadına göre hüküm verirdi. Şayet içtihadında isabet etmezse, verdiği hükmü düzelten vahiy gelirdi. Şu hâlde, bu madde altında şu ifadeye yer verebiliriz: Hz. Peygamber’in; din namına sözü, fiili ve tavsiyeleri bağlayıcıdır; bizzat emrettiği fiiller yerine getirilmediği takdirde azar veya cezaya maruz kalabiliriz.

Yukarıdaki girizgâhtan sonra, “Hz. Peygamber’in Sünnetini nasıl anlamalıyız?” Sorusunu cevaplandıralım. Hz. Peygamber, vefat ettikten sonra, onun bıraktığı miras (Sünnet), temelde iki farklı görüşte değerlendirilmiştir:

  1. Lafzî Yorum: “Resûlullah böyle yapardı” düşüncesinden hareketle, Peygamberimiz tarafından söylenen söz veya uygulanan fiiller; herhangi bir yoruma girilmeden direk örnek alınırdı. Abdullah b. Ömer, bu başlık altında en önde gelen Sahabe idi.
  2. Gâî Yorum: Peygamberimiz tarafından söylenen söz veya uygulanan fiillerin; arka planı, hikmet boyutu veya vermek istediği mesaj öncelenirdi. Burada da Hz. Aişe örnek verilebilir.

Her iki yorum da bugün, biz Müslümanların yaşamlarına ışık tutmuş, dinin anlaşılmasına katkı sağlamıştır. Hatta (her ne kadar müstakil bir yazı konusu olsa da) fıkıh ekollerinin teşekkülü bu temelde buradan kaynaklanmakta ve metodolojileri bunun üzerine kurulmuştur:

Mâlikîler, Efendimizin hadislerini, genel itibariyle lafzî anlamda yorumlamışlar. Hanefîler, gâî olarak kritize etmişlerdir. Şâfiîler, her iki ekolü ortalamışlardır. Hanbeliler ise Şâfiîleri takip etmişlerdir. İmdi, rivayetlerin lafzî ve gâî anlamda değerlendirilmesine bir misal verelim.

Rasûlullah (sav) az bir zaman önce Müslüman olan, bu yüzden de bedevîlikten henüz tam kurtulamamış kalabalık bir grup Sahâbî ile bir yemekte beraberdi. Ortam son derece güzel, muhabbet de tatlıydı. Namaz vakti çok yakındı. Tam bu esnada orada bulunan herkesi rahatsız eden pis bir koku yayıldı etrafa. Herkes kokunun kimden geldiğini tespite çalışıyor, ancak bulamıyorlardı. Sahâbîler ortamın neşesini kaçırıp böylesine rahatsız eden kişiyi bulamayınca daha da öfkelendiler ve “-Namaza az zaman kaldı. Abdestsiz namaz kılınamayacağına göre, kim abdest almaya giderse pis koku yayan odur.” diye düşünüp beklemeye koyuldular. İstemeden koku yayan Sahâbî ise utanıyor, mahcubiyetini de gizlemeye çalışıyordu. Abdestsiz namaz kılmaya vicdanı elvermiyor, mecburen abdest alacağı ve böylece de açığa çıkacağı için başına geleceklerden de korkuyordu. Rasûlullah (sav) ise hem durumun vahametinin hem de koku yayan kişinin farkındaydı. Hem onu abdestsiz namaz kılmaktan ve açığa çıktığında başına geleceklerden kurtaracak, hem de elinde olmadan insanları rahatsız eden adama diğerlerinin şiddete başvurup kötülük etmelerinden diğerlerini uzaklaştıracak öyle bir formül uyguladı ki!

“-Kim deve eti yediyse abdest alsın!” buyurdu. “-Abdesti olmayan abdest alsın!” demedi? Tekrar ediyorum; “-Kim deve eti yediyse abdest alsın!” buyurdu.

Orada bulunanların hepsi itirazsız kalkıp abdest aldılar. Zira hepsi deve eti yemişlerdi. Üstelik deve eti yemenin abdest bozan unsurlardan olmadığını da bildikleri için, “deve eti yemek abdest bozar” şeklinde bir ayet geldiğini düşünerek, böyle bir durumun söz konusu olup olmadığını sordular. Rasûlullah (sav) bunun vahiy olmadığını ifade ettikten sonra “Abdesti olanların da karınları şiş olduğundan midelerinin namazda bozulabileceğini, bu yüzden baştan tedbir gerektiğini, abdesti olan ya da bozulma riski taşımayanlar için ise yeniden abdest almasının ‘nur üstüne nur’ anlamına geldiğini, sevaplarının katlanmış olacağını…” anlattı…

Bu rivayeti lafzî anlamda yorum ekoller için deve eti yedikten sonra abdest almak, vacip seviyesindedir. Gâî anlamda değerlendirenlere göre ise vacip değildir. Zira Efendimiz, bu olayın gerçekleştiği mekânda, yellenen kimsenin deşifre olmasını tüm gözlerin ona yönelmesini ahlâkı ve misyonu gereği engellemiştir.

Şimdi buradan başka bir bahse geçelim:

Dünyanın globalleşmesiyle birlikte kültürler arası köprülerin kalktığı ve tek tip insan modeline doğru hızla yol alındığı günümüzde, hiç şüphesiz Müslümanlar da bu gelişmelerden müspet veya menfi cihetten etkilenmişlerdir. Dünyanın dört bir yanında hayatını sürdüren ve farklı fıkıh ekollerine mensup olan Müslümanlar, önceki zamanlara nazarla daha çok iletişim ve etkileşim halindedirler. Bu durum, özellikle büyük şehirlerde, iş için gelişmiş ülkelere (gurbete) giden veyahut da Hac/Umre ibadetleri için Beytullah’a giden Müslümanlar içindir. İşte bu durum, bilmeyerek veya etkileşim sebeiyle, Fıkıh ekollerinin, kendi iç disiplinlerindeki çizgileri aşmayı beraberinde getirmektedir.

Meseleyi daha somutlaştırmak gerekirse, lafzî veya gâî yorumla birlikte, farklı rivayet ve unsurları bir araya getirerek metodoloji (usûl) oluşturan mezhepler; kendi iç dinamikleri doğrultusunda Sünnet’in sınırlarını çizmişler, mensuplarına da bu sınırlar doğrultusunda amel etmeyi (Sünnet’e uymayı) telkin etmişlerdir.

Hemen burada, “nasıl yani, biz, Peygamberimizin bizzat yaptığı eylemleri gerçekleştirmek ve O’nu örnek almak için bir yerlerden icazet mi alacağız?” sadedinde zihnimize bir soru gelebilir.

Bu soruya iki şekilde cevap verebiliriz: Bir kimse;

  1. Şayet lafzî veya gâî yorumlarla birlikte (tarih, sebep-sonuç, delillerin değerlendirilmesi gibi) usûl bilgisine sahipse Efendimizin her bir sünnetini yerine getirmede özgürdür, serbesttir.
  2. Usûlî anlamda herhangi bir yetkinliği yoksa, bu takdirde kendi ekolüne (fıkhî mezhebine) göre hareket etmek mecburiyetindedir. Daha açık ifadeyle, “bilgi ve dayanak olmadan” her önüne gelen, “şu fiil Sünnet’tir; yapabilirim” diyemez. Bu iki cevabı, bir rivayetle somutlaştırmaya çalışalım:

“Peygamberimiz, ayakkabı ile camiye girerek o halde namaz kılmıştır.”

Sahih rivayetlere bakıldığında, Efendimizin, ayakkabı ile namaz kıldığı vakidir. Ancak, “Peygamberimiz ayakkabı ile namaz kıldı, sünnettir” düşüncesiyle hareket ederek her zaman ayakkabı ile namaz kılmak hatalıdır. O’nun ayakkabı ile namaz kılmasını birkaç noktadan değerlendirmek mümkündür; Yahudilere muhalefet etmesi (onlar ayakkabı mest ile namaza durmazlardı), Cenaze Namazı kılınırken, (asker gibi) zorlu şartlarda görev alıp zamanı ve mekânı uygun olmayan kimselerin ayakkabı veya bot gibi şeylerle namaz kılınabileceğini uygulayarak göstermesi vd… Tabi burada ayakkabı veya bot üzerinde necasetin bulunmaması gerektiğini de ifade etmek gerekir.

Yukarıdaki bilgilerle ilişkili olarak şunu da izah etmeliyiz: Sahih hadis kaynaklarını alıp bilgi edinmek takdire şayandır. Ancak orada bir fıkhî konunun; hem emredilmesi, hem de yasaklanması bizlerin tereddüt yaşamasına veya zihnimizin bulanmasına sebebiyet verebilir. Usûl diye tabir edilen metodoloji işte burada önem kazanmaktadır.

Toparlamak gerekirse, Hz. Peygamber (sas) tarafından bizlere sahih yollarla gelen rivayetler, dinde bağlayıcıdır, belirli bir bilgi/metot dahilinde “O’nun izinden gitme, sevap alma ve dini yaşama” hususlarında pek tabi amel edilebileceği gibi aksi istikamette hareket etmek de kavramların yanlış anlaşılmasına sebebiyet verebilir.

Bu yazı toplam 746 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Polat Arşivi