Mevsim Hazandır
Ekimde güneş yorgun… Belli ki bu yorgunluğu aralık sonuna dek sürecek. Her gün biraz daha az yüzünü gösterip uykusuna çekiliyor. Göğün en tepesinden...
Ekimde güneş yorgun… Belli ki bu yorgunluğu aralık sonuna dek sürecek. Her gün biraz daha az yüzünü gösterip uykusuna çekiliyor. Göğün en tepesinden yeryüzündekileri seyretmeyi gözü kesmiyor güneşin. Belki de sürekli ortalıkta olmanın kendi değerini düşürmek anlamına geldiğini idrak etti güneş. Bu tespitinde haklı olduğunu onunla muhatap olmak isteyenlerin fırsat kollamalarından anlayabiliyoruz. Dün güneşi görünce köşe bucak kaçanlar, bugün serin yerlerini onun sıcacık ellerine teslim etmek için çaba sarf ediyorlar. Yazın, perdelerini çekmediği için gökyüzüne kızanlar şimdi bulutlara küskün. “Yazın bıktıracak kadar cömert oluyorsun mübarek, güzün de kendini bu kadar özletmenin ne anlamı var” diye sitem ederken karşımda, tabağın içinde yanakları al al elma, güneş yanığı teniyle olgun üzümler bana cevap veriyorlar: “Yazın güneşin bize gösterdiği itina, ince işçilik şimdi senin tabağında olmamıza neden oldu” diyorlar. Ben de güneşin bilgeliği karşısında mahcup oluyorum. Bilgeliğin, adaletin uzağında olduğu asla söylenemez. Güneş kapılarını açtığında hiç kimseyi dışarıda bırakmaz; kapılarını kapadığında ise içeride kimsenin kalmadığından herkes emindir. Güneş ekimin eline hüznü vermiştir. Ekim şahsiyetini hüzünden devşirir. Ekim bilir ki kendi mekânında sarı, nemli, küf kokulu yapraklar, birden öfkelenen rüzgârın hışmına uğrayacaklar, aniden bastıran yağmurun hücumu herkesi kuytusuna koşturacak. Hazan, yaz boyu eteğinde topladıklarını ağırlaştırır, onları istif etmeye zorlar seni. Ekim kimi zaman, birden karar değiştirir, dizindeki dermanı sele verir, çökertir seni dizüstü, mevsim hazandır. Bir ihtiyarın yüzüdür ekim. Yazın hırpaladığı, kuruttuğu, derin çatlaklar açtığı, bir ucu ölüme çıkan yalnızlıktır. Bahara çıkacak mıyım kaygısı, bir ihtiyarın kapısını öksürük olarak ekimde çalar. Damarları kuruyup kendini Azrail’ine bırakan sarı yapraklar en çok onların yüzüne çarpar. Çocukluğumu, gençliğimi büyüten, yıkılmaya yüz tutmuş, briket avlu duvarları ayıran dar sokaklardan geçerken elinde bastonuyla bir baba dostuna rastlıyorum. Hal hatır soruyorum, kırık dökük cevaplar alıyorum. Teselli etmeye çalışıyorum, vedalaşıyoruz. Birkaç metre uzaklaştıktan sonra geri dönüyor, elini hafifçe kaldırıyor: “Hakkını helal et” diyor, bahara çıkmam der gibi. Eziliyorum… “Siz hakkınızı helal edin” cümlesini bitirmeden Mustafa amca boynunu büküp yoluna devam ediyor. Dudaklarım titriyor, gözlerim doluyor. Bir sigara yakıyorum, ekim beni içine çekiyor, atıyor beni bir izmarit olarak. Sonra üzerime basıp eziyor, eziyor…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.